Yakın zamanda yeni bir kitabı daha çıkan yazar Zadie Smith, The Guardian'da şöyle bir açıklama yapmış:
"Sosyal medya kullanımı yazarlığımı tehdit ediyor." Ne de güzel söylemiş. Kendimden örnek vermem gerekirse, hani öyle reklamı da, özel an ve düşünce paylaşımını da sosyal ortamlarda sergilemeyi pek sevmeyen biri olarak, arada kendimi "normal" hissedebilmek için sosyal medyayı kullanmıyor değilim :)
Üstüne üstlük, sürekli öğrenci olduğunu hisseden bir yoga hocası olarak, nerede, hangi ülkede ne eğitim varmış, daha neler öğrenebilirim, bilgilerimi nasıl harmanlayabilirim, dünyada neler oluyor gibi çeşitli heyecanlarımı besleyebilmek adına pek tabii bir miktar sosyal medya takibi yapmam gerektiğini de düşünüyorum. Ama, sosyal medyada o kadar çok okunacak konu, o kadar çok paylaşım, o kadar çok bilgi kirliliği, o kadar birbirinin aynısı olma yolunda derin ya da yüzeysel yazı, aynı zamanda da o kadar hızlı bir değişim var ki, biraz dozu aştığınızda, "AN" kaçıveriyor, birden kendimizi geçmişin keşkeleri ya da birikimleri, geleceğin acabaları ya da heyecanlarına kaptırmış buluveriyoruz. Pişmanlıklar ya da yapılacaklar listesi oluşturup bir de bu listeyi, liste"cikler" haline getirmeye başlıyoruz. Ya da size öyle olmuyor, bunu bir tek ben yaşıyorum bir de Zadie Smith, bilemeyeceğim :) Şaka bir yana, sosyal medyada biraz fazla zaman geçirmenin insanlar üzerinde mutsuzlaştırıcı, sürekli geçmişe takılıp kalmaya teşvik edici bir tarafı olduğu zaten bilinmekte. Buna ek olarak, sanki insanlar, sosyal mecralarda bir yazı, bir fotoğraf, bir anı paylaşırken “mükemmel” olma, eleştirilmeme, mutlak suretle herkes tarafından sevilme, beğenilme dürtüleriyle dolu bir şekilde, gerçekte olduklarından farklı bir hal çabasına girmeye başlıyorlar (“bu fotoğrafta çirkin çıkmışım, bunu koyma”yı hangimiz demedik ki. Hadi benim küçüklüğümden beri poz vermeye üşendiğim için çok alternatifim olamıyor o ayrı). Hep bir tatlı, iyi, güzel, komik, zeki insan olma isteği, bunların tersi olduğumuzda dünyanın sonu gelecek endişesi zindan ediyor hayatımızı Zamanla insan, gerçek hislerini, duygularını, içselliğini yani "Şimdi"yi yitirdikçe varlığını da kaybetmeye başlıyor bana kalırsa. Oysa ki, şimdiki an, bizim sahip olduğumuz tüm gerçek şey. An'da kalma süremiz arttıkça, "olma" halimiz de sanki sanaldan, gerçeğe, en içten haline dönüşüyor. Ve üretmek, paylaşmak, sevmek isteği, huzur bizi buluyor, ya da hep orada olan tüm bu hisler, an'da kalabildikçe sis perdelerini aralayıp, bize merhaba diyor. Demem o ki, "şimdi" o elinizdeki sosyal medyayı yavaaaşça bir kenara koyun, deriiiin, uzuuun bir nefes alın ve kendinize şunu sorun: ""Şu anda ne hissediyorum?". Cevabı kontrol etmeye çalışmadan, yargılamadan…. Her ne hissediyorsanız gayet normal olduğunun bilinci ile… Her gün, içinizdekilerle, dışarıda olanlar kadar ilgilenseniz bile yeter. Haydi, sağlıcakla "An"da kalın. Ne hissediyorsanız, ne düşünüyorsanız o olun, yargılayanınız kendiniz olmayın.